18 Ağustos 2009 Salı

Çerkes Diasporası ve Siyasal Katılım Stratejileri: KURUMSAL YÖNLENDİRME

Çerkes Diasporası ve Siyasal Katılım Stratejileri: KURUMSAL YÖNLENDİRME

Doç. Dr. AYHAN KAYA
İstanbul Bilgi Üniversitesi
Avrupa Birliği Enstitüsü


Ulusaşırı alanların ortaya çıkması beraberinde, nehrin iki yanında (diasporada ve anavatanda) aynı anda yaşamayı mümkün kılar hale gelmiştir. Bu ulusaşırı gerçeklik, Türkiye’de yaşayan Çerkes diasporasının siyasal katılım stratejilerini de büyük ölçüde şekillendirmeye başlamıştır. Çerkeslerin tarihsel süreç içerisinde, yaşadıkları ülkenin egemen, siyasal ve yasal yapısından etkilenmek suretiyle siyasal katılım stratejileri ürettikleri sonucuna varmak mümkündür. Bu siyasal katılım stratejisinin dönemin hakim ideolojisiyle bir bağının olduğunu görmek gerekir.
Sürgünün başlangıcından bu yana Çerkesler anavatanlarından uzakta kendileri için yeni diasporik vatanlar yaratma arayışında olmuşlardır. Terk edilen coğrafyaya benzer coğrafyaların bulunması, akordeonla çalınan folklorik müziğin, tahtalara vurularak elde edilen ritimle yapılan dansların, gençler arasında süregiden Zekes isimli sohbetli gecelerin, sürgün sırasında yakılan İstanbulako adlı ağıtların günümüzde sürekli yinelenmesinin, kadın erkek arasındaki katılımcı toplumsal ilişkilerin, yine kadın ve erkek arasında ‘kaç-göç’ ilişkisinin olmamasının, Kafkasya’da varolan ‘Thamate’ geleneğinin, hijyene verilen önemin, batılı anlamdaki kamusal ve özel alan ayrımının, bireyler arası saygı kurumunun, toplumsal ayıp (haynape) kurumunun ve belki de en önemlisi misafirperverlik geleneğinin devamı anavatandan uzakta yeni vatanların oluşumunu büyük ölçüde sembolik düzeyde de olsa mümkün kılmıştır.
Türkiye toplumsal yaşantısına daha çok saraya verilen ‘alımlı’ Çerkes kadınlarıyla, Milli Mücadele yıllarında Biga’da gerçekleşen Anzavur Ayaklanması ve yine bu ayaklanmayı bastırmak amacıyla gönderilen Kuva-i Milliye temsilcilerinden Ethem Bey ile geçen, son yıllarda yaşanan Abhazya ve Çeçenistan olaylarıyla gündemi zaman zaman işgal eden Çerkes diasporasının günümüzde kentsel alanda farklı bir kimliklenme sürecine girdiği gözlemlenmektedir. Geleneklerin yeniden inşa edildiği, anavatana geri dönüş yapanların sayıca arttığı, etnik örgütlenmenin ivme kazandığı, dil kurslarının düzenlendiği, anavatana yapılan turistik ziyaretlerin sayıca arttığı, Kafkasya ile yapılan ticaret hacminin yükseldiği günümüzde, diasporik kimlikler daha farklı bir düzlemde oluşturulmaktadır. Oluşturulan bu diasporik kimliklerin tasarımını etkileyen farklı nedenler bulunmaktadır. Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte Kuzey Kafkasya ile Türkiye arasındaki siyasi, iktisadî ve kültürel ilişkilerin yoğunlaşması, son yıllarda Abhazya ve Çeçenistan’da yaşanan siyasal ve toplumsal gerilimler, dünyanın pek çok yerinde son yıllarda yaşanan etnik ve kültürel farklılıkların ön plana çıkarılması gibi etnik siyaset girişimleri ve yükselen kültürelizm söylemi, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB)’ne giriş sürecinin fiili olarak başladığı son yıllarda AB’nin Kopenhag Kriterleri çerçevesinde ‘etnik azınlıklara’ ‘kültürel çeşitlilik temelinde’ imtiyazlı haklar tanınması gerektiği yönündeki telkinleri ve demokratikleşme sürecinin bizleri çok sesli bir Türkiye’nin oluşumuna yöneltmesi gibi önemli etmenler, Çerkes toplumu içerisinde etnik-kültürel örgütlenmenin ivme kazanmasına ve anavatan ile temasın artmasına neden olmuştur.
Özellikle Soğuk Savaş döneminde egemen olan ideolojik çatışma sürecinde Türkiye’de yaşayan Çerkes diasporası ile Kuzey Kafkasya arasındaki ilişkiler son derece sınırlı olmuş; Türkiye’de yaygın olan Sovyet karşıtı söylem nedeniyle Çerkes diasporası güçlü bir Sovyetler Birliği aleyhtarlığı ile beslenmiştir. Anavatan ile iletişim ve ulaşım kanallarının sınırlı olduğu bu dönemde Çerkes diasporası, sadece Kafkasya’dan Çerkes dilinde yayın yapan Sovyet radyolarından anavatanlarına dair haberleri alabilmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin 1990’lı yılların başlangıcında yaşadığı çözülme ile birlikte Kuzey Kafkasya’nın dış dünya ile ulaşım ve iletişim kanalları açısından bağlantılarının zenginleştiğini görüyoruz. Bugün Trabzon ve Samsun limanları ile Soçi ve Sohum limanları arasında sürekli feribot seferleri ile birlikte İstanbul’dan Maykop ve Krasnodar havaalanları arasında düzenli uçak seferleri düzenlenmektedir. Anavatan ile diaspora arasında artan bu bağlar sadece ulaşım ve iletişim düzeyinde kalmamakta, yukarıda da dile getirildiği gibi, kültür, eğitim ve ticaret alanlarında da görülmektedir. Günümüzde, Türkiye’de yaşayan Çerkes diasporası için zaman ve mekân kurguları Soğuk Savaş döneminde olduğundan farklı bir şekilde tezahür etmektedir. Kuzey Kafkasya artık yakın zamana değin olduğu gibi ideolojik angajmanlar gereği Türkiye’deki Çerkes diasporası tarafından ötekileştirilen ve sadece geride bırakılan o hayali vatan şeklinde algılanan ülke değil, aksine zaman zaman ziyaret edilen, geride bırakılan yakın akrabaların aranıp bulunduğu, iktisadi ve kültürel bağların kurulduğu gerçek bir coğrafya olarak algılanmaktadır.
Genel hatlarıyla betimlediğim bu yapısal ve konjonktürel arka plan üzerine şimdi, Çerkeslerin özellikle 1970’li yılların başlangıcından bu yana Türkiye’deki kurumsal mekanizmaların el verdiği ölçüde geliştirdikleri farklı siyasal katılım stratejilerine kısaca değinmek istiyorum. Bu değerlendirmeyi yaparken İngiliz araştırmacı Patrick R. Ireland’ın geliştirdiği ‘kurumsal yönlendirme teorisini’ kullanacağım. Ireland, göçmen topluluklarının göç sürecinde oluşturdukları siyasal katılım stratejilerini değerlendirirken, göç alan ülkenin yasal ve siyasal yapısına özel bir önem verir. Ireland, bazı göçmen topluluklarının, içinde yaşadıkları ülkelerin kendilerine yönelik sistematik bir şekilde uyguladıkları kurumsal kayıtsızlık ve dışlama nedeniyle, siyasal katılım yönünde pek istekli olmadıklarını belirtir. Ireland, göçmenlerin siyasal katılım stratejilerini anlayabilmek için, bugüne değin sıkça başvurulan ve sınıf ile etnisite kavramlarını hareket noktası olarak alan teorik yaklaşımların ötesine gidilmesi gerektiğini düşünür. Bu nedenle, kendisi ‘kurumsal yönlendirme teorisi’ (institutional channeling theory) denilen bir yaklaşımı alternatif olarak önerir. Bu yaklaşıma göre, siyasal katılım stratejileri geliştiren etnik azınlıklar, içinde bulundukları siyasal, hukuksal ve toplumsal yapının niteliği nedeniyle etnisiteyi birincil araç olarak kullanma eğilimi gösterirler. Bu eğilimin ardında yatan neden, öncelikli olarak ‘evsahibi’ toplumun azınlıklara ilişkin uyguladığı yasal ve siyasal düzenlemelerdir. Sözgelimi, eğer egemen anlayış merkezi siyasal iktidar tarafından uygulanan çok kültürlülük ideolojisi ise, etnik gruplar büyük ihtimalle etnisite ve kültür söylemlerini yücelterek örgütlenme yoluna gidecekler ve iktidarın kendilerine çok kültürlülük projesi çerçevesinde ayırdığı kaynaklardan yararlanabilmek için de iktidarla klientalist (patron-müşteri ilişkisi) bir ilişkiye gireceklerdir. Bu teorik çerçeveden bakıldığında, Türkiye’de yaşayan Çerkes toplumunun, bugüne değin öncelikli olarak neden etnisite çizgisinde örgütlendiğini anlamak mümkün olabilir. Etnik azınlıkları siyasal katılımdan uzak tutan ve onları dışlayan bir yasal düzlemde, Çerkeslerin kendi içlerine dönük etnik örgütlenmelere yönelmeleri ve kamusal alanda ise yer yer daha milliyetçi, yer yer daha İslamcı bir tutum sergilemeleri bu teori dikkate alındığında, kaçınılmaz olarak görülebilir.
Bu yaklaşımdan hareket edilecek olursa diasporada yaşayan Çerkeslerin farklı ülkelerde farklı siyasal katılım stratejileri geliştirme eğilimi gösterdikleri saptaması yapılabilir. Sözgelimi, Antropolog Seteney Shami’nin çalışmalarından da algılanacağı üzere Ürdün kabileler ölçeğinde örgütlenen bir siyasal yapıya sahip olduğundan, bu ülkede yaşayan Çerkesler kabile şeklinde örgütlenme gereğini duymuşlardır. Bu amaçla 1980 yılında kurulan Çerkes-Çeçen Kabile Konseyi diğer kabile konseyleri gibi siyasal iktidar tarafından tanınmış ve ülkedeki kaynakların paylaşım sürecinde kendi üyelerini temsil etme hakkına sahip olmuştur. Türkiye’de ise ulus-devlet projesinin uygulamaya konduğu ilk yıllardan itibaren yaygınlaştırılan formal çoğunluk milliyetçiliği söylemine paralel olarak Çerkesler de varlıklarını sürdürebilmek için, büyük ölçüde var olan ulusal homojenleştirme projesine angaje olmayı tercih etmişler ve bu nedenle etnik kimliklerini kamusal alanda dışa vurmamaya özen göstermişlerdir. Daha sonra 1970’li yılların ideolojik kutuplaşma sürecinde siyasal yapının değişimiyle birlikte Çerkeslerin de ‘devrimci’ ve ‘dönüşçü’ kutuplaşması içinde örgütlendiklerini gözlüyoruz. Her iki grup da çoğunlukla sol eğilimli insanlardan oluşmakla beraber, ‘devrimciler’ Çerkes toplumunun haklarının Türkiye’de gerçekleştirilecek bir sosyalist devrim sonucunda oluşacak federatif bir yapı içinde tanınacağı yönünde bir söylem kullanmışlar; ‘dönüşçüler’ ise öncelikli sorumluluklarının Kafkasya’ya yani anavatana yönelik olduğunu söylemişler, bu nedenle geri dönüş tezini savunmuşlardır. ‘Dönüşçüler’ kendilerini sola ait olarak tanımlasalar da Çerkes milliyetçiliği çizgisinde olduklarını söylemek pekâlâ mümkündür ve bir grup Çerkes 1989 sonrasında anavatana dönüşü gerçekleştirebilmişlerdir.
1980’de yaşanan askeri darbe, Çerkes diasporasında örgütlenme konusunda bir sessizliğin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Metafizik ve teolojik bir niteliğe sahip olan ve Türk-İslam sentezini söylemleştiren 1982 Anayasasının damgasını vurduğu 1980’li yıllarda Çerkesler yine iki farklı kolda örgütlenmelerini devam ettirdiler. Bunlardan bir tanesi egemen ideolojiyle örtüşen bir çizgide ‘Çerkes-Türkü’ kimliğini benimseyen ve Türk-İslam sentezine yakın olanlardır. Diğer yandan, Türk milliyetçisi bu anlayışa karşıt olarak Çerkesliklerini ön plana çıkaran gruplar da bu dönemde varlık göstermişlerdir. Ancak her iki oluşum da daha çok popüler düzeyde sergilenmiş, dernek ve vakıf düzeyindeki örgütlenme 1990’lı yıllarda yoğun olarak yaşanmıştır.
Öte yandan, etnik siyasetin yaygınlaştığı 1990’lı yılların Türkiye’sinde ise Çerkes diasporasının, azınlık söylemine dayalı bir siyasal katılım stratejisi geliştirme eğilimi içine girdiği söylenebilir. Dönemin küreselleşen etnik siyasetinin belirlediği Çerkes diasporası içindeki azınlık söyleminin yine 2000’li yılların başlangıcında hızlı bir değişim sürecine girdiği düşünülebilir. Özellikle son yıllarda Avrupa Birliği düzleminde yer alan etnik grupların tabi oldukları ulus-devletlerin yer yer baskıcı hegemonyalarından kendilerini kurtarabilmek için Avrupa Birliği’nin kendilerine sunduğu ulus-ötesi mekanizmaları kullanma eğiliminde olduklarını görüyoruz. Bask, Korsika ve Katalan gibi otokton halkların yanı sıra Türkiye’deki Çerkes diasporası da bu eğilimi sergilemektedir. Özellikle son dönemde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği yönündeki çalışmalara paralel olarak çıkarılan Katılım Ortaklığı Bildirgesinde Avrupa Birliği Komisyonu’nun ‘azınlık’ kavramını kullanmaktan özenle kaçınması, hem Batı’nın kendi yapısal sorunları hem de Türkiye’nin içinde bulunduğu yapısal ve konjonktürel nedenlerden dolayı oldukça anlamlıdır. Çok yakın zamana değin Avrupa ülkeleri, kendileri ve dış dünya için ‘azınlık’ söylemini kullanmakta çekince görmemekle birlikte son dönemde Avrupa Birliği içindeki uyumun bozulabileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak ‘azınlık’ kavramı yerine daha uyumlu bir kavram olduğunu düşündükleri ‘kültürel çoğulculuk’ kavramını kullanmaya başlamışlardır. Bu nedenle ulus-ötesi düzlemde hakların arayışına giren kültürel gruplar da bu söylemsel farklılaşmaya uyum sağlayarak azınlık söyleminden kısmen uzaklaşmaya başlamışlardır. Türkiye’deki Çerkes dernek ve vakıflarında da benzer bir eğilimden söz edilebilir. Demokratik Çerkes Platformu ve Kafkas Dernekleri Federasyonu gibi oluşumlar bu eğilimi sergilemektedirler.
Avrupa Birliği’ne entegrasyon sürecinde gerek içsel ve gerek dışsal faktörlerle Türkiye’de derinleşerek süregiden demokratikleşme sürecinin etnik, kültürel ve dinsel azınlıklar ile devlet arasındaki ilişkilerin yeniden tanımlanması sürecinde çok belirleyici olduğunu belirtmek gerekiyor. Neredeyse Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından bu yana her türlü azınlık talebini, kendi ulusal güvenliğine tehdit olarak algılayan devlet kurum ve kuruluşlarının, uyum paketlerinde de dile getirildiği gibi bu talepleri bundan böyle eşitlik ve adaletin sağlanması yönünde dile getirilen talepler olarak değerlendirme eğilimine girdiği söylenebilir. Bu eğilimin ortaya çıkmasıyla birlikte yürürlülüğe giren anadilde yayın ve eğitim ile birlikte azınlık vakıflarının hukuksal niteliğine ilişkin düzenlemeler, Türkiye’nin demokratikleşme alanında katettiği mesafeyi ifade etmesi açısında çok anlamlıdır.
Günümüzde geliştirdikleri ulusaşırı siyasal, sosyal, kültürel ve ticari bağlarla Kuzey Kafkasya (Rusya Federasyonu), Ürdün, İsrail ve Suriye ile Türkiye arasında belli ölçülerde bir tür köprü oluşturan Çerkes diasporası, ülke içinde gerçekleştirdiği sivil toplum kuruluşları ile de ülke iç ve dış siyasetini kendi ölçüsünde şekillendirmektedir. Özellikle kentsel alanda sayıları son yıllarda hızla artan bu tür örgütlenmeler, Çerkes diasporası içinde önemli toplumsal, siyasal ve kültürel değişimlere de kaynaklık etmişlerdir. Bu tür örgütler, dergi ve kitap benzeri yayınlarıyla, kapsamlı web sayfalarıyla, düzenledikleri kültürel faaliyetler, konferanslar, sergiler, geziler ve şenlikler ile bir taraftan sosyal bilimci Diane Crane’in “görünmez kolejler” (invisible colleges) olarak adlandırdığı enformal eğitim kurumları gibi işlev görmekteyken, diğer taraftan antropolog Arjun Appadurai’nin Max Weber’e göndermeyle “ortak hissiyatlar cemaati” (community of sentiments) olarak tanımladığı cemaatlerin ortaya çıkmasına da olanak tanır. Kaldı ki, video filmleri, televizyon, dergi, internet gibi kitle iletişim araçlarının son yıllarda diasporik Çerkes kimliğinin Türkiye’de yaygınlık kazanması sürecinde önemli bir etkisi olduğu bilinmektedir.
Sonuç: Çerkes Ulusaşırı Alanı
Diasaporada geliştirilen siyasal, etno-kültürel ve dinsel kimlikleri belirleyen asıl unsurun, içinde bulunulan ülkenin yurttaşlarına sunduğu siyasal, hukuksal ve toplumsal haklarla ilintili olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bu nedenle, Türkiye’de oluşan Çerkes kimliklerini değerlendirirken Çerkeslerin kamusal alanda hareket alanlarını belirleyen veya tanımlayan egemen siyasal ve hukuksal sistemin sunduğu imkânlara veya kısıtlara bakmak gerekir öncelikli olarak. Bu makaleyle tekrar altını çizmek istediğim bazı noktalar sırasıyla şu şekilde özetlenebilir. Türkiye’de yaşayan Çerkeslerin diasporik kimliklerinin oluşum süreçlerinde ortaya çıkan ortak unsurların altını çizmek; diasporalar bağlamında oluşan etnokültürel ve dinsel kimliklerin anavatandan getirilen ve değişmeden varlığını koruyan gelenekçi oluşumlar olmadığını hatırlatmak; aksine bu tür kimliklerin yere, zamana, çevresel koşullara ve toplumsal etkileşim türlerine bağlı olarak gerçekleşen tasarımlar olduğunu iddia etmektir. Bu tür gelenekçi oluşumların ortaya çıkmasındaki neden, iddia edildiği gibi diasporik grupların muhafazakâr, gelenekçi ve tözcü olmalarından kaynaklanmamaktadır. Bu tür gelenekçi oluşumları birer semptom olarak görmek ve bir takım farklı süreçlerin sonucu olarak değerlendirmek gerekmektedir. Ortaya çıkan bu kendi içine kapalı diasporik oluşumları, Almanya’da bulunan Türk diasporası örneğinde olduğu gibi, Türkiye’de bulunan Çerkes diasporası özelinde de, egemen çoğunluk toplumunun, siyasal yapının, iktisadi süreçlerin, hukuksal yapının ve kültürel söylencelerin karşısında dışlandıklarını hisseden diasporik grupların bir tepki olarak ürettikleri siyasal bir muhalefet tarzı veya hayatta kalma mücadelesi olarak tanımlamak mümkün. Dolayısıyla, diasporik oluşumlar, sadece söz konusu grupların özel alanlarıyla sınırlı olan kültürel ve etnik yapılanmalar olarak değil, aksine oldukça politik birer yapılanma veya bir tür muhalefet etme şekli olarak da algılanabilirler. Bu tür bir yapılanmaya sahip olmaları itibariyle gerek geleneksel gerekse modern diasporalar, aydınlanma anlayışının benimsettiği ‘kültürün özel alana, siyasetinse kamusal alana tekabül ettiği’ tezini olumsuzlayan oluşumlar olarak karşımıza çıkarlar. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, diasporalar bizlere kültürün son derece siyasal bir araç olarak kamusal alana girme mücadelesi sürecinde kullanılabileceğini göstermektedir. Günümüzün diasporik kimlikleri, ister geleneksel olsun isterse modern, evrensel ve tikel (yerel) eksenler üzerine inşa edilmektedir. Küreselleşmenin araçlarını kullanarak birbirine yakınlaşan diaspora üyeleri, bir taraftan anavatanlarıyla ve diasporanın diğer üyeleriyle daha yakınlaşmakta, diğer yandan da küreselleşmenin özneleri olmaktadırlar. Diasporalar bu yönüyle evrensellik boyutunu yüceltirken, içinde bulundukları siyasal, toplumsal, iktisadi ve hukuksal yapının kendilerine karşı kullandıkları yapısal dışlama mekanizmalarının yoğunluğuna bağlı olarak otantik, kültürel, etnik ve diasporik kimliklerini gelenekselleştirme ve yüceltme eğilimi göstermektedirler.
Kendilerini dışlanmış hisseden bu tür gruplar tarafından kültür ve etnisite söyleminin sıklıkla kullanılmasını ve yüceltilmesini aslında, parlamento, siyasal partiler ve sendikal örgütlenme gibi meşru siyasal mekanizmaların kullanılamaması ile açıklamak gerekir. Bir ulus-devlet içerisindeki kültürel veya etnik nitelikli merkezkaç kuvvetlerin yaygınlığını belirleyen bu tür oluşumlara dışlama mekanizmalarıyla zemin hazırlayan çoğunluk toplumunun ve siyasal yapının kendisidir. Eğer herhangi bir ulus-devlet karşılaştığı sorunların üstesinden gelemiyorsa, o devletin bir meşruiyet krizi yaşadığı bilinir. Bu meşruiyet krizini yaşamamak için devletler, merkezkaç kuvvet oluşturma ihtimali olan oluşumları, ideolojik bazı aygıtları kullanarak, yeniden siyasal merkeze kazandırmanın yollarını aramalıdırlar. Bunu yaparken de, tabii ki, baskıcı yöntemler değil, halkın rızasına dayalı demokratik yöntemler kullanmalıdırlar.
Çerkes diasporası, anavatanlarından zorla uzaklaştırılan kapitalizm öncesi geleneksel diasporalara bir örnektir. Ancak, hızla toplumları etkisi altına alan küreselleşme süreçleri, iletişim ve ulaşım araçlarıyla zaman ve mekân kurgularını tamamıyla değiştirmiş, ‘burada’ (sözgelimi diasporada) fiziki olarak yaşarken ‘orada’ (sözgelimi anavatanda) aynı anda sembolik olarak yaşamayı veya ‘orayla’ hızlı bir iletişim ağı kurmayı mümkün kılmaktadır. Diğer bir deyişle, ulusaşırı alanların ortaya çıkması beraberinde, nehrin iki yanında aynı anda yaşamayı mümkün kılar hale gelmiştir. Bu ulusaşırı gerçeklik, Türkiye’de yaşayan Çerkes diasporasının siyasal katılım stratejilerini de büyük ölçüde şekillendirmeye başlamıştır. Çerkeslerin diğer diaspora örneklerinde de olduğu gibi tarihsel süreç içerisinde, yaşadıkları ülkenin, bu ister Türkiye, ister Suriye, ister Ürdün veya İsrail olsun, egemen siyasal ve yasal yapısından etkilenmek suretiyle siyasal katılım stratejileri ürettikleri sonucuna varmak mümkündür. Bu siyasal katılım stratejisi yeri geldiğinde ‘devrimci’, yeri geldiğinde ‘dönüşçü’, yeri geldiğinde “Türk-islam sentezcisi”, yeri geldiğinde “azınlıkçı”, yeri geldiğinde “diasporik” ve yeri geldiğinde ise “Avrupa Birliği yanlısı” bir niteliğe sahip olabilmektedir.
Diğer bir deyişle, söz konusu siyasal katılım stratejisinin dönemin hakim ideolojisiyle bir bağının olduğunu görmek gerekir.
Kaynak: Nart Dergisi 55. sayı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder